YILMAZ ERDOĞAN
- Aşk Hayatı
sevmek gibi geliyordu her şey,
sevmek gibi gidiyordu kadın
adının anlattığı, canın teni yakmasıydı,
bir bulut evet ama aslolan
bulutun suyu yağmasaydı...
"bir insanı sevmekle başlıyordu her şey"
ve boşanmak için
en az iki şahit gerekiyordu!
- Büyüyorum
büyüdükçe,
sentetik zamanlara
kangren ayaklar bastım,
izi kaldı
ömrümün...
kara çaldılar yüzüme
bütün kara parçalarında
elbette
"afrika dahil"
parça başı çalışan
kiralık katildi zaman
gülüşüm sivas yangını
ağlarsam kızma...
ölmek bile
yakışıyor bazı adama...
- Çöl Daha İyi !
çöle kıyısı olan kentlerin
limanları sıkıcı olur
kuş uçar gemi geçmez,
kervan zaman içinde.
böyle kentlerde insan
fırtına gibi sever,
sevdiği için ağlamayı.
hangi türküde sevmekten bahsedilse
ben hicaz olurum
elimi ıslatır elinin teri
ziyan olurum
seni sevmekle ıslanır akşam sefalarım
hangi türküde sevmekten bahsedilse
bu çölde ben
"şair burada yaşadığı kenti çöle benzetiyor" da
bahsedilen şair olurum!
- Gülüşün
gülüşünde bir mana var
saklayamazsın
sarılışında ne düşler
ne düşükler
sakınamazsın
aynı yolları,
kimsesiz mekanları
birlikte özleme hasreti...
yalnızlığımın dert ortağı gastrit...
gülüşünde bir mana var
saklayamazsın
bütün iç savaşlarda
rehin alındı bu yürek
kandıramazsın
hangi çekilişin
büyük ikramiyesi bu,
en uzak sevişmelerin
yeni yetme utancı
lakin aşk
biraz da utanmaktır yaşamaktan...
sakınamazsın...
yeni yetmelik işine gelince
o zaten hepimizin gizli öznesi
Türkçe'de var
bazı dillerde yok
gülüşünde bir mana var
saklayamazsın
kime niyet kime felaket bu aşk
anlayamazsın
ödümüz patlıyor acı çekmekten
oysa
biraz da acıdır
aşkın mayası...
kaçınamazsın...
gülüşündeki manayı saklayamazsın
tutunacak verimiz yok
resmi tutanaklarda
gülüşünde bin yıllık hasret var
saklayamazsın
.........................................
bu yazık karşılaşmanın
alnımıza çakılıyor anafikri :
aşka cesaretimiz yoksa
başka zaman görüşürüz!
- Hepsi Bu
değişen ben değilim
dönüşen savaş
yaşlanmakla ıslanmak aynı şey:
bir yağmurun gölgesinde ihtiyarlamak
şimdi ölüm bile yetmiyor
acılarımızı tartmaya
dostlar
alıngan bir sahili pinekliyorlar
bir merhaba'yı bıçaklar gibi artık
selamlaşmalar
değişen ben değilim
dönüşen savaş
artık zaman bile yetmiyor
yaşadığımızı sanmaya
yine de ışıklar bu kenti
güzelmiş gibi gösteriyor
geceleri...
geceler...
yani
Ahmet Haşim'in kafiyeleri...
seni aklıma düşüren
yerçekimi değil
yalancı yıldızlar
öyle uzaksın ki
üflesem soğuyacaksın
sarılsam okyanus
bir aşka yetecek kadar
ve anımsatacak kadar
sebepsiz bir ölümü,
acılarımız
ve kafiyelerimiz var...
işte hepsi bu kadar...
- Kardiyoloji
kalbim bir etten organ sadece
kalbim yüreğim olur,
sen gelince...
- Mevsimlik Şarkı
kanıyor takvimden gamsız ağaçsız
evlatlarını döver gibi seven bir sonbahar
güvertesinde adresini şaşırmış
kayıp bir nisan yağmuru
ömrümün sol anahtarısın
hazan makamının kapısını açan
ne nisanlar gördüm ben
ilkbahardan kaçarken
bir mızrapa tutunan
ne bileyim ben
böyle bir şeydir herhalde
bir mevsimin şarkısı
ya da mevsimlik bir vivaldi sancısı...
ekim kasım işlerini öğrenirken bir keman
ağlamayı bir de,
şarkıya söz yürür,
yeşile aldanır suyun kudreti
ve sen hiçbir zaman
sol anahtarı yaptıracak bir çilingir bulamazsın
bana kalırsa sen,
ömrünün sonuna kadar,
o şarkının kapısında kalacaksın!
- Sana Kalan Saz
sana
yaralarımdan çiçekler,
ilk yardım geceler biraz da
ve yangında kurtarılması imkansız acılar
bırakıyorum...
seni özümün gizinde saklıyorum...
bütün aşklarımın izlerini sayıklayarak
ve aldatarak tüm sevdiklerimi,
sana
cinayetimin ipuçlarını bırakıyorum...
vasiyeti olmayan ölüler ülkesinden
(türkülerin sırtındaki muamma!)
yazık bir nakarat bırakıyorum sana
"ben sana gülüm demem
gülün ömrü az olur"
öç biter,
biter şarkı,
yaz olur...
- Susuştu Yüzün
bu ufukta bitiyor yüzün
ve başka bir gökyüzü başlıyor
komşu ellerle sarmalanıyorsun
yanıyorsun...
ne kadar övülsen az
avazım çıktığı kadar susuyorum
ismindeki sesli harfleri
mayınlı bir gülümsemeyle
senin karasularında olmak,
üstünde ilkbahar bir entari,
sanki
yeniden
eski bir öyküye başlamak...
yüzündeki o billur akşam kahvaltısı
sürgülerken özümü,
ne kadarını sustuk
konuştuklarımızın?...
- Yasak
yasak bana gözlerini anlamak
ellerin
bana yasak
ah olaydım
gözünde yaş
fikrinde telaş
düşünce suçun
beraatin olaydım
fakat yasak
yasak bana gözlerini anlamak
ellerin bana yasak
ah olaydım
yüzünde sürgün
yatağında mülteci
vatanın
anayurdun olaydım
fakat yasak
yasak bana gözlerini anlamak
ellerin, uyruğum
bana yasak.............
- Yaşayabilme İhtimali . . .
soğuk ve şehirlerarası
otobüslerde vazgeçtim
çocuk olmaktan
ve beslenme çantamda
otlu peynir kokusuydu babam...
Ben seninle bir gün Veyselkarani'de haşlama
yeme ihtimalini sevdim.
İlkokulun silgi kokan, tebeşir lekeli yıllarında
(Ankara'da karbonmonoksit sonbaharlar yaşanırdı o
zaman) özlemeye başladım herkesi... Ve bu hasret öyle
uzun sürdü ki, adam gibi hasretleri özlemeye başladım
sonra...
Bizim Kemalettin Tuğcu'larımız vardı...
Bir de camların buğusuna yazı yazma imkanı...
Yumurta kokan arkadaşlarla paylaşılan
kahverengi sıralarda, solculuk oynamaya başladık...
Ben doktor
oluyordum sen hemşire, geri kalanlar kontrgerilla...
Kırmızı boyalarla umut ikliminde harfler yazılıyordu,
pütürlü duvarlara ve Türk Dil Kurumu'na inat bir
Türkçe'yle... Ağbilerimizden öğrendik, Ş harfinden
orak çekiç figürleri türetmeyi...
Ankara'ya usul usul karbonmonoksit yağıyordu.
Ve kapalı mekanlarda sevişmeyi öneriyordu
haber bültenleri...
Oysa Ankara'da hiç sevişmedim ben.
Disiplin kurulunda tartışılan aşkım olmadı benim...
(Sınıfça gidilen pikniklerde kıçımıza batan platonik
dikenleri saymazsak...)
Ankara'ya usul usul kurşun yağıyordu... Ve belli bir
saatten sonra sokağa çıkmamayı öneriyordu haber
bültenleri... Oysa hiç kurşun yaram olmadı benim...
Ve hiçbir mahkeme tutanağında geçmedi adım...
Çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm
sadece...
Sana şiirler biriktiriyordum fen bilgisi defterimde ama
sen yoktun.. Ben, senin beni sevebilme ihtimalini
seviyordum, suni teneffüs saatlerinde... Okul servisi
seni hep zamansız, amansızca bir lojman griliğine
götürüyordu... Ben, senin benimle Tunalı Hilmi
Caddesine gelebilme ihtimalini seviyordum...
Ben senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum.
Yaz sıcağı toprağa çekiyordu tenimin çatlamaya hazır
Gevrekliğini... Sonra otobüs oluyordum,
kırık yarık yolların çare bilmez sürgünü...
Ne yana baksam dağ ve deniz sanıyordum Muş
ovasının yalancı maviliğini... Otobüs oluyordum bir
süre... Yanımızdan geçen kara trenlerle yarışıyordum,
yanağım otobüs camının garantisinde...
Otobüs oluyordum... Bir ülkeden bir iç ülkeye...
Çocukluğuma yaklaştıkça büyüyordum...
Zap suyunun sesini başına koyuyordum şarkılarımın
listesinin... Korkuyordum... Sonra iniyordum otobüsten...
Çarşıdan bizim eve giden, ömrümün en uzun, ömrümün
en kısa, ömrümün en çocuk, ömrümün en ihtiyar yolunu
koşuyordum... Çünkü sonunda annem oluyordum babam
kokuyordum sonunda...
Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim,
çocuk olmaktan...
Ve beslenme çantamda
otlu peynir kokusuydu babam...
Ben seninle birgün Van'daki bir kahvaltı salonunda...
Ben seninle (sadece bilmek zorunda kalanların bildiği)
bir yol üstü lokantasında...
Ben seninle, Ağrı dağına mistik ve demli bir çay
kıvamında bakan Doğubeyazıt'ın herhangi bir toprak
damında...
Ben seninle herhangi bir insan elinin terli
coğrafyasında olma ihtimalini sevdim...
Ben senin,
beni sevebilme ihtimalini sevdim !